UzmanRaporu
"Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir." “Çocukluğumda elime geçen iki kuruştan birini eğer kitaplara vermeseydim bugün yapabildiğim işlerin hiçbirini yapamazdım.”
.....Mustafa Kemal Atatürk.....

Türk olmanın gurununu yaşamak.

Bu yazı Başkent Üniversitesinin yayını olan "Bütün Dünya" adlı dergiden alınmıştır.

Vagonda bulunan ve yaşları 45'in üzerinde olan tüm erkekler, bizim olduğumuz yere geliyor ve önce "Atatürk" ve sonra da "Türk" çığlıklarıyla bizleri kucaklıyorlardı. Bir ara müsteşarla göz göze geldik. İkimizin gözlerinden seller gibi göz
yaşları akıyordu.
Pakistan ile Afganistan'ı birbirinden son derece katı bir biçimde ayıran, İngilizler'in Afganistan'a, İskender'in Hindistan'a egemen olmaların engelleyen, Karakurum Dağları'nın arasındaki o ünlü Hayber Geçidi'ne, Pakisten'da görev yaptığım dört yıl içinde birçok kez gitme olanağı buldum. Burada Hayber Geçidi'nin tarihçesi ve doğal yapasını değil, Hayber Geçidi'ne ulaşmak için içinden geçmek zorunda olduğumuz ve "can güvenliğimizin" olmadığının büyük panolarda anımsatıldığı Aşiret Bölges'nde yaşadığımız ilginç bir anektodu paylaşmak istiyorum.
Defalarca karayolundan geçtiğimiz Hayber Geçidi'ni bu kez Kralice Victoria dönemdin kalmak tarihi trenle geçecektik.
Haftada 4 gün sefer yapan tarihi tren, aralarında herhangi bir sınıf farkı bulunmayan altı vagondan oluşuyordu. Trene Peşaver'de binen yolcular belirli bir ücret ödüyorlardı ama... Yol üstünedeki Aşiret Bölgesi'nden bir önceki son istasyon Jamrud'da binen aşiret halkı ise, yolcular arasına karışıyor ve bir sonraki istasyona hiçbir ücret ödemeden gidiyordu. Trenin bu bölgeden geçişi, çok özel bir güvenlik önlemi altında sağlanabiliyordu. Jamrud'dan hareket etmeden önce trenin tüm kapıları zincirlerle kilitleniyor ve kalaşnikoflu 25 özel "tren muhafızı", vagonların stratejik noktalarındaki görev yerlerini alıyordu.
Muson yağmurları sonrasında etkisini daha da gösteren şiddetli sıcak ve nemli bir ağustos gününde ben, eşim ve o günlerde üçyaşındaki oğlumuzla büyükelçiliğimiz müsteşarı ve eşi, işte o havada ve o güvenlik önlemleri altında o trenin yolcuları arasındaydık. Peşaver Garı'ndan kalkan Hayber Ekspresi'nin bindiğmizi vagonun bir tarafında koridor, öteki tarafında da on kişinin karşılıklı oturabildiği tahta banklar vardı. Cam kenarında, yöresel adetelere saygı nedeniyle başörtüsü takan eşlerimiz oturdular. Peşaver'den, Hayber Geçidi'ni geçerek üç saatlik bir yolculuktan sonra varacaktık sınırdaki Torkham kentine...
Trenimiz kalktığında bizim vagondaki yolcuların sayısı, bir çırpıda sayılabilecek denli azdı. Müsteşarın yanına orta yaşlı bir Peşaverli, benim yanıma da genç bir Lahorlu oturmuştu. Peşaver ile Aşiret Bölgesi giriş olan Jamrud İstasyonu arasında yaklaşık ki 35 dakikalık yolculuğumuzu, yanımıdaki bu kişilerle sohbet ederek geçirdik. Jamrud İstasyonu'nda durduğumuzda, istasyonda büyük bir kalabalığın treni beklediğini gördük. Tüm vagonlar, bir anda tıka basa dolmaya başladı. Yükünü fazlasıyla alan tren yeniden hareket etiğinde biz de kendi aramızda konuşuyor, vagonda bir anda değişin ortamı değerlendiriyorduk.
Bir aşirete bağlı oldukları belli olan solumdaki gruptan bana en yakın oturan yolcu, bir süre sonra, bizle sohbet etmeyi denedi. Konuştuğumuz dil ve yüz renklerimizden yabıncı olduğumuz kolaylıkla anlaşılıyordu. Belli ki bu durumumuz onu meraklandırmıştı. Onal biz de iletişim kurmak istedik ama, başaramadık. Çünkü yalnızca yörelesl dili kullanıyordu; İngilizce'si ise yok denecek denli azdı. Çat pat birbirimize bir şeyler anlatamaya çalışırken, cebinden çıkarttığı enfiye kutusu biçimindeki kutudan bana ve tam karşımda oturan müsteşara ikramda bulundu. İkram ettiği, daha önce de çok karşılaştığmız, uyusturucu etikisi fazla olan ve Pakistan'ın hemen her yerinde "Pan" adı verilen bir ağacın kabuklarından elde edilen tozdu. Teşekkür ederek ikramı kabul etmekdik.
Sessiz iletişimle geçen bir süre sonra solumda oturan yol arkadaşımız, cebinden çıkarttığı bir başka kutudaki tütünü kağıda sardı ve içine, kırdığı esrar parçalarını koyup yaktı, ilk soluğu çektikten sonra da elindeki esrarlı sigarayı bana uzattı. Benim nazikçe teşekkür ederek reddetmem üzerine aynı sigarayı bu kez müsteşara ikram etti. Doğal olarak müsteşar da reddetti.
İkramlarıyla iletişim kuramayacaklarını anlayınca bu kez kendi aralarında hararetli bir değerlendirmeye giriştiler. Konuşmalar arasında yakalaya bildiğim sözçükler arasında, "Amerikalı", "Alman", "İngiliz", "İranlı" sözcükleri vardı, Kuşkusuz, bizim hangi ülkeden olduğumuz tartışıyorlardı. Solumdaki dostumuz, aralarındaki tartışmayı bir başka ikram girişimiyle çözmeyi denedi. Bu kez ikram ettiği, yanındaki arkadaşından aldığı kutu içindeki ham afyondu. Bu son ikramı da reddettiğimiz görünce, bu kez karşımızdaki yaşlıca bir kişi girişimde bulundu. Bozuk bir İngilizce ile, "Amerikalı mısınız?" diye sordu. Bizimi "Hayır" dememizden sonra ise, peşpeşe sormaya başladı:
"Alman, Fransız, İranlı?" ve son kez de "Yunanlı?" diye sordu. bu soruların üstüne olumsuz yanıt verdiğimiz görünce, sözcükleri zorlukla da sıralasa, bu kez başka bir soru sordu.
"Peki siz hangi ülkedensiniz ki tüm ikramları reddetiyorsunuz böyle?" dedi.
Kesinlikle emin olmamakla birlikte, daha önce yoluculuk yaptıkları yabancıların, onların ikram ettikleri bu maddeleri fazlasıyla kabul etmiş olduklarını düşündüm. Sonra da onları daha fazla merakta bıramamak için, kim olduğumuz söyledim:
"Türküz, Türkiye'en geliyoruz." dedim.
50-55 yaşlarında olduğunu sandığım kişi gözlerini birden açtı ve benim gözlerimin içine dikti:
"Siz Türk müsünz gerçekten?" dedi hayretle.
Ve "Evet" yanıtımızı duyar duymaz heyecanla ayağı kalktı; yüksek bir sesle, vagonu dolduran yaklaşık 130 kişi dolayında olduğunu varsaydığım yolcuların tümünün duyacakları bir tonla ve yerel dille şöyle seslendi:
"Bunlar türk; Atatürk'ün çocukları..." dedi.
Bunu der demez bize döndü, önce müsteşara, sonra da bana sarılarak kucakladı, ikimizide içtenlikle öpmeye başladı.
O an yaşamakta olduğum durumun duyarlığı ve elimde olmaksızın içine düştüğüm duygu selinden olsa gerek, bir başka olayın biraz geç ayırdına varabildim. Vagonda bulunan ve yaşları 45'in üzerinde olan tüm erkekler, bizim olduğumz yere geliyorlar ve önce "Atatürk" ve sonra da "Türk" çığlıklarıyla bizleri kucaklıyorlardı. bir ara müsteşerla göz göze geldik. İkimizin gözlerinden seler gibi gözyaşları akıyordu.
Bunlar bir üzüntü, acı yada istenmeyen bir durum nedeniyle akan gözyaşları değillerdi elbette. Benliğimiz kaplayan olağanüstü bir gurur duygusunun etkisindeydik. Eşlerimizin durumu da bizden değişik değildi; onlarda hüngü hüngür ağlıyorlardı.
Karşımızdaki adam cebinden çıkardığı bir bezle yanaklarımdan akmakta olan yaşları sildi ve duygusun İngilizce olarak şöyle açıkladı:
"Siz Türkler dünyanın en şanslı, en gururlu insanlarısınız. Atatürk sizlere öyle bir ülke bıratı ki, o ülkenin bireyi olabilmek için neyim varsa vermeye hazırım. En önemli ve geğsünüzü gereke tüm dünyaya haykırmanız gereken özelliğiniz de, 'Bağımsızlığınız'dır. Atatürk çocukları olarak sizi bağrıma basmaktan büyükbir onur duyuyorum... Ne mutlu size..."
İşte bu son tümce tüm benliğime öylesine işledi ki, muson yağmurları sonrasının insanı soluk almakta zorlayan sıcak ve nemli o ağustos gününde, zamanın durmasını istedim...
UzmanRaporunun yorumu: Evet, sizlerinde okuduğu gibi ne kadar doğru işleri başarımış ve bunu herkesin gözünün önünde yapmış olduğumuzu, bunun yanında üniter, ulusal ve bağımsız yapımızın çıkar çevrelerine ve devletlere zor koştuğu için bunun üstesinden gelmek için kullandıkları yöntemlere vermemiz gereken yanıtın yine 84 yıl önce de gösterdiğmizi gibi ruhumuzda, benliğimizde, kültürümde olan değerleri one çıkartarak yapmaktır. Yazıyı her okuduğumda içimde gelen mutluluk ve güveni her Türk hissede bilir.
0 yorum: